12 Ocak 2025 Pazar

psikodrama deyince

 Psikodrama Deyince

Psikodrama denince akla ne gelir? Kimi zaman bir sahne, kimi zaman bir hikaye, kimi zaman da duygularla dolu bir alan. Ancak psikodramayı derinlemesine anlamak, sadece bir yöntem değil, aynı zamanda bir yaşam pratiği olarak görmeyi gerektirir.

Psikodrama, Moreno’nun yarattığı ve geliştirdiği bir grup terapisi yöntemidir. Temelinde bireylerin kendi duygularını, düşüncelerini ve deneyimlerini sahnede canlandırarak keşfetmeleri yatar. Bu yöntem, bireyi aktif bir katılımcı haline getirir. Psikodrama sahnesinde her birey, kendi hikayesinin hem başrol oyuncusu hem de izleyicisi olur. Bu eşsiz dinamik, psikodramanın gücünü ortaya koyar.

Psikodramada Sahne ve Roller

Psikodrama sahnesi, her şeyin mümkün olduğu bir alandır. Bu sahnede bireyler, geçmiş deneyimlerini yeniden yaşayabilir, mevcut durumları sorgulayabilir ve hatta gelecekteki olasılıkları canlandırabilir. Roller, psikodramanın kalbinde yer alır.

Ana Kahraman: Psikodrama seansının odak noktası olan bireydir. Onun hikayesi sahnede canlandırılır. • Yardımcı Egolar: Ana kahramanın hikayesindeki önemli kişileri canlandıran grup üyeleridir. Bu kişiler, kahramanın hikayesinin derinliklerine inmesine yardımcı olur. • Yönetici: Terapist ya da psikodramatisttir. Süreci yönlendiren, sahneyi şekillendiren ve katılımcılara güvenli bir alan sunan kişidir.

Bu roller sayesinde birey, hem kendi iç dünyasına hem de diğer insanlarla olan ilişkilerine dair farkındalık kazanır. Sahne, bir nevi mikrokozmos gibidir; bireyin yaşamındaki temaları, dinamikleri ve çatışmaları görünür kılar.

Psikodramanın Şifa Gücü

Psikodrama, kelimenin tam anlamıyla bir deneyim terapisidir. Bireyin yalnızca konuşarak değil, aynı zamanda harekete geçerek, bedenini ve sesini kullanarak kendini ifade etmesine olanak tanır. Bu süreç, bireyin kendi içsel dünyasıyla derin bir bağ kurmasını sağlar. Duygular somut hale gelir, düşünceler daha net bir şekilde ifade edilir ve deneyimler anlam kazanır.

Bu yöntem aynı zamanda empatiyi güçlendirir. Yardımcı ego rolündeki katılımcılar, başka bir kişinin perspektifini deneyimleme şansı bulur. Bu, grup üyeleri arasında güçlü bir bağ ve anlayış yaratır. Empati, yalnızca diğerlerini anlamayı değil, aynı zamanda kendimizi de daha iyi anlamayı mümkün kılar.

Psikodrama ve Hayat

Psikodrama, sadece terapötik bir yöntem değil, aynı zamanda hayatın bir aynasıdır. Sahnedeki her canlandırma, gerçek yaşamdan bir kesittir. Kimi zaman çözülmemiş bir çatışma, kimi zaman bastırılmış bir duygu ya da unutulmuş bir hayal… Tüm bunlar, sahnede yeniden canlanır ve bireye yeni bir bakış açısı sunar.

Psikodrama deyince, her bireyin kendi hikayesinin yazarı olduğunu hatırlamalıyız. Bize sunulan rollerin ötesine geçip, kendi sahnemizi yaratma cesaretini bulabiliriz. Bu yöntem, bireylere geçmişlerini yeniden yazma, şimdiyle barışma ve geleceğe dair umutla bakma fırsatı sunar.

Psikodrama, bir keşif yolculuğudur. Her sahne, yeni bir pencere; her rol, yeni bir hikaye; her deneyim, yeni bir farkındalıktır. Ve bu yolculuk, yalnızca bireysel değil, aynı zamanda kolektif bir iyileşme sürecini de beraberinde getirir.

Eğer siz de psikodrama sahnesine adım atmayı düşünüyorsanız, unutmayın: Bu sahnede herkesin bir hikayesi vardır ve her hikaye dinlenmeyi hak eder.

11 Ocak 2025 Cumartesi

iyileşme yolculuğu

 

İyileşme Yolculuğu

Günümüz Türkiye'sinde herkes bir terapiye, danışmana veya psikolojik desteğe ihtiyaç duyuyor gibi görünüyor. Bazı kesimler ise buna, "Herkes kendi kendinin doktorudur" gibi bir yaklaşımla bakıyor.

Ben bu yazıyı, bu ihtiyaçları hisseden kesimler için yazmak istedim. Hangi meselelerde, nerelerden destek alabileceğimizi ve bu destek ihtiyacının ne anlama geldiğini ele almak istiyorum.

İlk olarak, "xxx terapisi" diye adlandırılan birçok uygulamanın aslında bir terapi olmadığını ancak bazı ihtiyaçları karşiladığı için terapötik etkilerinin varsayılamayacağını hatırlatarak başlamak isterim. Gerçek bir iyileşme süreci, bilimsel temellere dayanan ve uzman rehberliği gerektiren bir yolculuktur.

Terapinin Çeşitli Biçimleri

Bireysel terapi, grup terapisi, çift terapisi, travma terapisi, beden terapisi gibi birçok yöntem ve teknik bu iyileşme yolculuğundan birer parça sunar. Hangi zamanlarda hangi uzmanlara başvurmanın uygun olacağına dair notlarımı burada paylaşacağım:

  • Bireysel terapi: Kendinizi daha iyi anlamak, çocukluk deneyimlerinizin bugünü etkileyen yanlarını anlamlandırmak ve duygusal yüklerinizi hafifletmek için birebir çalışılır.

  • Grup terapisi: Paylaşım yoluyla iyileşmenin mümkün olduğu, destekleyici bir alan sunar.

  • Çift terapisi: Evlilik veya partnerlik ilişkilerindeki iletişim sorunları, duygusal bağlanma ve çatışma yönetimi gibi konular ele alınır.

  • Travma terapisi: Geçmişte yaşanan ve güncel hayatta yankılanan travmatik olaylarla başa çıkma yolları sunar.

  • Beden terapisi: Duygusal yüklenmelerin bedensel ifade ve hareket yoluyla çözülmesine yardımcı olur.

Hikâyemiz Nerede Başlar?

Söz ve söz ötesi yerler var bu iyileşme yolculuğundan. Hayatı aslında en başından alıyoruz; daha doğduğumuz andan öncesinden başlayan bir hikâyemiz var. Bir aileden, bir kültürden miras aldığımız hikâyelerle doğarız. Dinamik bir hikâyenin içindeyiz.

Doğumumuz ve ilk başkalarıyla ilişki kurma deneyimlerimizle birlikte bu hikâye derinleşir. Hayatın ilk iki yılı, neredeyse tamamen sözsüz bir dönemdir. Her insan bir ağaç gibidir: Kökler, gövde ve dallar.

  • Kökler: Söz öncesi gelişim ve erken dönem bağlanma deneyimlerimiz.

  • Gövde: Bedenimiz, duygularımızı taşır.

  • Dallar: Dil, kavramlar ve sözlerle ifade edilen anlamlar.

Büyümeye Devam Ederken

Büyümek, sadece fiziksel değil, aynı zamanda duygusal ve zihinsel bir süreçtir. Kreş, anaokulu, ilkokul, lise derken tüm eğitim hayatımız ve çevresel etkilerle şekilleniriz.

Her bir dönemde farklı zorluklar ve ihtiyaçlar ortaya çıkar. Bu zorluklar karşısında destek almanın utanç verici bir şey olmadığını anlamak önemlidir. Hikâyelerimiz anlatılmaya ve duyulmaya değerdir.

Hikâyeler Yaşanırken

Hikâyeler yaşanırken birçok ihtiyaç doğar. Bu ihtiyaçlar bazen bir dost sohbetiyle, bazen de uzman rehberliğiyle karşılanır. Her insanın iyileşme yolculuğu eşsizdir ve bu yolculuğunda her bir adım, anlam doludur.

5 Ocak 2025 Pazar

aidiyet üzerine

 Aidiyet Üzerine

Sanki kendimi bildim bileli, doğduğum evden beri yaşadığım yerlere ve şehirlere alışmaya çalışıyorum. 

30'lu yaşlarıma gelirken de köklenmek sözünü çok duydum ve ağaçlara dair her şeyi çok sevdim. Şimdi kolumda bir ağaç dövmesi var. Tohumun tüm bir ağacın, hatta yaşamın bilgeliğini taşıdığını bilmek beni her zaman çok büyüler. koca bir çınara döneşebilen o tohum, çınar gibi görünmez elbet, çınarın tüm bilgeliğini ve çınara dönüşme potansiyelini taşır içinde. 

Tahtacı denir bizim atalarımıza, ağaçlara şükranlarını dile getirerek ağaçlarla vedalaşan bir kültürün göçebeliğinden beridir hayranım bu ağaçlara ve onların bilgeliğine. 

Köklenmiş hissetmek pek ve hatta hiç de kolay olmuyor bu yaşlarımda da. Aidiyetsiz hisseden, zamanından, bağlamından kopuk onlarca hatta yüzlerce insanla tanıştım.

Aidiyet, insanın ruhunda kök salan, derin bir ihtiyaç. Fakat bu kök bazen kendine bir toprak bulamaz, savrulur durur. Benim hikayem de böyle bir savruluşun izlerini taşıyor. Göçebe bir kültürde büyüyen ebeveynlerin çocuğu olarak dünyaya geldim. Onların geçmişindeki yer değiştirmeler, yollar ve geçici konaklamalar, benim yaşamıma da bir şekilde yansıdı. Fiziksel olarak bir yerde sabit olsak da, onların kök salmakta zorlanan dünyasını çocuk gözlerimle hissettim. Bu his, uzun süre kim olduğumu ve nereye ait olduğumu sorgulamama neden oldu.

Üniversitede bir hocam biz dağın ötesini merak edip giden ve hayatta kalan ataların torunlarıyız demişti. Atalardan gelen bilge yanlarımız, bizi hayatta tutan yanlar. Sadece o bilge yanlar aktarılmamış bize haliyle onlarca kayıp, yas hatta aidiyetsizlik kavgaları da akmış.

Aidiyetsizlik, bir yandan kendini boşlukta hissetmek, bir yandan da o boşluğu anlamlandırma çabası. Çocukluğumda arkadaş çevrelerinde, aile içinde, hatta kendimle baş başa kaldığımda bile bir eksiklik hissi taşırdım. İçinde bulunduğumuz artık göçebe olmayan düzen, içimdeki huzursuzluğun, yine de buradan gitmem lazım seslerini durduramazdı.


Sonraları fark ettim ki aidiyet, bir yere ya da insana değil, bir duyguya bağlanmakla ilgili. Göçebe bir kültürde, aidiyetin bir yerden çok insanlara ve anılara bağlı olduğunu öğrendim. Ebeveynlerimin hikayeleri, onların memleket hasretiyle dolu bakışları ve kendi çocukluk anılarıma dair anlatımları, bir şekilde aidiyetin mekandan bağımsız olabileceğini öğretti bana.


Ancak bu öğrenme süreci kolay olmadı. Uzun bir süre aidiyetsizlik hissi beni tanımladı. Kimi zaman bir yabancı gibi hissettim; evimde, arkadaş gruplarımda, hatta kendi bedenimde bile. Fakat bu süreç aynı zamanda beni dönüştürdü. Aidiyetsizlik, bana özgürlüğün kapılarını da açtı. Sırt çantamla kendini dünya vatandaşı gibi hisseden bir gezgin oldum. Farklı ülkeler, kıtalar, coğrafyalar gördüm genç yaşımda. Bir yere ait olma zorunluluğunun dışına çıkınca, hayatta başka şeylere bağlanabileceğimi fark ettim: en önemlisi önce bedenine, bir fikre, bir topluluğa, bazen sadece kendime.


Aidiyet arayışımda yoga, psikodrama ve yazma gibi yollar keşfettim. Yoga, bedenimin bana ev olduğunu ve hep beraber bu yolculukta olduğumuzu ve kendine köklenemebileceğimi bulmamı sağladı; her hareketimde kendimi biraz daha evimde hissettim.
Psikodrama, başkalarının hikayeleriyle benimkini harmanladı, beni bir grubun parçası olmanın sıcaklığıyla tanıştırdı. Bu aidiyet hislerinin oluşması içinse bazen yılların geçmesi gerekebileceğini deneyimledim.
Yazmak ise kendi hikayemin peşine düşmemi ve geçmişteki aidiyetsiz anları anlamlandırmamı sağladı. Kendi hikayemi yazıyorum şimdi. Bir klavyeyle, kendi evim diye benimsediğim bir karavanda.


Şimdi aidiyet benim için sabit bir nokta değil, bir yolculuk. Köklerimin derinlere inmesini değil, geniş bir alana yayılmasını seviyorum. Belki bu da göçebe mirasımın bir hediyesi. Bir yere ait olma zorunluluğundan çok, bağlantılar kurabilme yetisiyle barıştım. Her nerede olursam olayım, orayı orada bulunduğum sürece güzelleştirebilirim. 


Aidiyet duygusunu arayan herkese söylemek istediğim bir şey var: Önce kendi hikayemizi anlayarak başlayalım. Aitlik, kök, özlem, öteki olmak deyince neler çağrışıyor bizde. Aidiyet arayışı ile çabaladığımız zamanlar, seçtiğimiz yollar bir bakarız hikayenin kendisine dönüşüverir. Aidiyet, belki de dışarıda aradığımız bir şey değil; içimizde keşfedeceğimiz bir dünya.

3 Ocak 2025 Cuma

yeni bir yıl. döngü daha

 ocak aylarını severim. doğduğum ay olduğundandır belki.

 büyük bir özgürleşme bence çok rahat görünsen de sıkıştığın rahimden çıkmak.

kışın insanı içe dönmeye de zorlayan bir doğası var. karanlık sabahlar, aynı ritimde akmaya çalışan hayat. değişmeyen mesailer ama içe dönmeye de teşvik eden bir karanlık geceler ve yaşam enerjisini hayatta kalmaya teşvik eden sebzeler. bolca da patates. sıcak ve soba ateşinin mayışıklığı özlemiyle geçen televizyon saatleri.

kışın en karanlık gün ve geceleri ocak itibariyle yerini daha aydınlık zamanlara azıcık da olsa bırakmaya başlar, işlevinin insanları daha içe bakmaya teşvik ettiğini bilmeden görevini yapar karanlık sabahlar.

daha çok karanlıkta bakması zor yanlarıyla karşılaşırsa da insan, onları görmemek için geceleri daha uyanık da olur bazen.

bu ayda doğdum ben. doğduğumdan beri yerime alışmaya çalışıyorum. sakin bir mizacım var. ama çok ağlarım. sakinlikle ağlamanın ne alakası var derseniz sakinlik içinde hiç derdin yok sanarlar ve bazen sen de o kadar sakinliği bozmamak için dertlerini nasıl ifade edeceğini bilemezsin de göz yaşların onlar yerine konuşuveririr. 

neyse öğreniyoruz. gözyaşlarının sakladıklarını dinlemeyi de anlatmayı da öğreniyoruz.

bu öğrenme süreci doğduğumdan beri devam ediyor demiş miydim? hiç bitmiyor. öğrenmek ve anlamak var bir de idrak etmek var. doğduğum yerin dilini hala öğrenmeye devam ediyorum. aynı şeyi anlatmak için o kadar çok yol var ki bu dilde, uzun yollardan gidip çok vakit kaybettiğimi de hissediyorum bazen. 

kafanızı şişirmeyeyim. bende anlatacak şey çok oluyor. kendimle ilgili, hayatın içinden. başkalarının da hayatlarıyla ilgili çok şey var zihin haritalarımda. 

anlatırsam da dinleyin e mi?

kalabalıklara konuşmak hatta bir gün okunur ümidiyle yazmak içimdeki boşluk hissini bir nebze de olsa dolduruyormuş hissi veriyor bana.

içimdeki boşluk çoksa da içimi şişirecek şeyler bulurum mutlaka. kafaya takacak, dert edecek çok şey var sanki dünyada.

kendi içindeki dünyayı anlamaya çalışmak bu dışarıdan bakılınca mavi görünen gezegeni de kapsayan evreni anlamaya yine bir nebze de olsa yardım edebilir. 

dünya-evren-kainat hiç anlaşılmaya çalıştığının farkında mı acaba?

farkındalık bu 2000li yılların en çok kullanılan kelimesi olabilir. önce farkındalık, sonra gerisi gelir de denir.

bu kadar doğum-gözyaşı-farkındalık sürecinin bizi getirdiği bu ocak ayında yeniden doğuyoruz. iki kapılı bir handa gece-gündüz gittiğimiz bu yolculuk bolca doğum, bolca da son ve ölüm içerir. ölür yeniden doğarız, yıllık döngülerimiz, mevsimlik hatta yedi yıllık döngülerimiz biter ve artık bu yola başlayan kişiyle aynı olmayarak, yani bir nevi ölüp yeniden doğarak başlarız bu döngüye de. eskiyi anar, yeniye dair niyetler koyarız. 

yeni döngüme, yeni yıla, yeni bir döneme niyetim eskileri sindirebilmek ve iyileşmek.

iyileştiğimde ne olacağını bilmiyorum. hastalıkların, rahatsız hislerin bize öğrettikleri veya hatırlattıkları mesajları duyumsamayı önemsiyorum.

iyilik çoğalsın, büyüsün dilerim bu yılda.

bu seni tanrı benimle ne kastetmiş olabilir sorusuna bu yıl cevaplar bulmayı diliyorum.

bi bakalım :)

2 Ocak 2025 Perşembe

kendiliğindenlik-

 çok yazıp söylemek istediğim şeyler geçiyor içimden

hep içimden

içime içime akıyor

pek anlamlı geliyor

aidiyetsizlik derken

köksüzlük diye diye

göçebe yıllarda

köklenme arayışında 

hem de zeminsiz bir dünyada

bir özlem de yok

bir hüzün var bolca

siyah bir örtü gibi.

üstünü örtüveren yeşermekte oluverenlerin.

yas diyor bazılar

tutulmamış yaslar.

edilmemiş vedalar eşlik ediyor.

üzüntüne, neşene kimsenin eşlik edecemeyeceğini bile nasıl  yaşardın ki?

artık vedalar var.

kavuşmalar var.

bir nefes yakınında.

6 Ekim 2024 Pazar

bir kaygı ve dehb meselesi

aşırı yapılandırılmış şeyler olunca elim ayağım titriyor ama belirsizlik durumlarında da paralize oluyorum :)

bir bilgisayarda açık onlarca yüzlerce sekme gibi kafamın içi. dopamin bağımlılığı desen var, hiperfocus desen var. dürtüsellik desen var.

mesela bazı konuları takıntı seviyesinde didik didik bilmek ama anlamakta güçlük yaşadığı konuları görmezden gelebilmek gibi süper güçleri de var. 

peki bunlarla yıllarca hayatta kim kalabilmiş? 

selam. ben Gefi kod adlı bir şahısım. okuduğumu anlamakta zorlanır, deneyimle öğrendiklerimi de çok güzel sunarım.

23 Eylül 2024 Pazartesi

akışta mıyım?

 

Bağlanma temasından bahsederken her zaman bahsedeceğimiz bir model polivagal teori. Öteki ile ilişkilenmek zaten bu dünyaya gelişimizin ilk adımı. doğan insan yavrularının savunmasız doğumu ve bakımverenleriyle kurdukları ilişki ve regülasyon süreçleriyle şekilleniyor bu dünya. 
artık yetişkin bedenlerinde ve kendini anlama yolculuğunda da nerelerde aşırı uyarılıyoruz nerelerde donmaya yakın bir yerlerde eylemsiz ve hareketsiz kalıyoruz. Kendi hayatımızın paternlerini keşfederken bir yandan ebeveynlerimizin ilişkisini hatta onların ebeveynleri ve o kuşağın da ötesinde olup bitenleri çalışmak iyi olabiliyor.




Kaçıngan, çekingen, mesafeli hallerim beni çok zorluyor
İçim çok başka ama dışım çok başka.
Mesafe tüm insanlara. Bilerek değil. İçedönük bir insan olduğum için tek başıma kalmayı seviyorum. Arkadaş grubu buluşması sonrası baş ağrısı falan yaşıyorum çok konuştum, fazla şey dinledim, fazla uyarana maruz kaldım diye
Zorlanma şu, içimde volkan var ama dışarıya çıkmasına engel çekingenlik işte
Volkan dediğim, söyleyecek sözler, anlatacak hikayeler, espriler, yaratıcı fikirler
İçimdeki gücü kullanamıyorum, dışarı çıkaramıyorum bir türlü
Harcanıp gidiyorum.
..
sanki hayatı kaçırıyormuş gibi hissediyorum.

bu cümlelerin içindeki bağlanma stillerini okuyabiliriz. Zorlanma hallerinin genel olarak tolerans penceresindeki aşırı uyarılma ve sempatik aktivasyonu ne kadar artırdığını görebiliriz. fiziksel semptomları, ifade güçlüklerini de okuyabilir, içinde dışa çıkmakta zorlanan o gücü de daha dorsal vagal noktasında değerlendirebiliriz. 
Peki bunlar ne işimize yarar? 
Bunları bilerek kişiyi tehdit altında hissettiren yani temelde güvenlik duygusunu sarsan örüntüleri keşfetmek mümkün olur. Böylece kişinin yeniden güvende hissedebileceği aralıkları keşfetmesine destek olarak/eşli ederek onu ventral vagalde yani sosyal ilişkilerin güven içinde gerçekleşebileceği zemine geçiş yapmasını sağlayabiliriz. Ventral vagal- dinlen-sindir-yenilen modu da diyebileceğimiz bir alan. Sinir sistemi bizi sürekli güvende miyim değil miyim diyerek hayatta tutmaya programlanmış. Eğer sistem uzun süreli strese maruz kaldıysa bu hep hep açık kalıyormuşcasına beden kronik stres içinde gerekmediği yerlerde de kortizol salgılayarak hep sistemi aktif tutuyor. bu aktifliğin içinde dinlenip sindirmek de pek mümkün olmuyor tabii.
zaten yaratıcılık dediğimiz, spontan, eğlenceli hallerimiz de bu modlar aktifken pek de açığa çıkamıyor.

peki napmalı?

önce kabul. artık sürekli aşırı uyaranlara maruz kaldığımız ve kaldırabileceğimizden çok daha fazla yükle uğraşmamız gerektiğini kabul.

biz ne kadar memeli hayvanlara benzer bir yapıda sinir sistemine sahip olsak da bizi ayrı kılan neokorteksimiz var. yani memeli canlılar tehlikenin varlığına ve yokluğunu göre stresi düzenlerken, bizler sanki bizi kovalayan kaplan kafamızın içindeymişcesine sürekli o stresle yaşayabiliyoruz. 

stres, travma gibi kavramlar son birkaç yıldır her gün duyduğumuz kavramlar haline gelmiş olabilir. aile, olumsuz çocukluk deneyimleri, eğitim hayatı, iş hayatı, yaşamın anlam arayışı, kontrolsüz şehirleşme, ülkemizde ve dünyada artan politik krizler, ekonomik krizler, sürekli pahalanan hayat ve ekonomik belirsizlikler, iklim krizleri, savaşlar, salgınlar, teknoloji ile artan bağımlılıklar, sosyal bağlardaki azalış ve giderek yaşlanan ve yalnızlaşan nüfusun yaşadığı ve yaşattığı stres hepimizi etkiliyor. 

Bugün bir kova doldurdun mu adlı çocuk kitabında, her gün dünyadaki bütün insanlar ellerinde görünmez bir kova taşıyarak yürürler diye başlar.  Kovamız gün içinde dolar.

Ben bu kova metaforunu kabımız olarak değiştirip, bu kabın yaşadığımız zorlu anları içine dolduran ve eğer onu boşaltmazsak, kaldırabileceğimizden daha çok şey yaşarsak bunun çeşitli problemlere yol açtığını düşünüyorum hep. huzursuz zihinler, fiziksel ağrılar, otoimmün hastalıklar, kaygı, öfke, otomatik pilottan yaşanan, kendini keşfedemeden geçip giden hayatlar olabilir. 

kabımızı boşaltmak için sanki şarjımızın olması gerekiyormuş gibi de bir metafor tamamlıyor bunu. peki bize iyi gelen, şarj olmuş hissettiren kaynaklarımız neler? kaynak: çevresel streslerle aramıza giren destek mekanizmaları olarak tanımlayabiliriz.

zor zamanlarda, tıkandığımızda dışarıdan yardım aldığımız neler varsa mesela terapi bence çok önemli bir yer tutuyor, onun dışında her ne kadar tetikleyici olsa da güvenli alanda aile buluşmaları, arkadaşlar, partner, seyahatler, yazı yazmak, topluluklar. bu listeyi sadece stres zamanlarında değil, mümkünse yaşamımızın bir parçası olarak hep özbakım rutinlerimiz gibi hayatımızın bir parçası haline getirmek için adımlar atabiliriz.

bedensel duyumsamalarla hissedilen kaynaklar, duş almak, yürüyüş, yoga, hareket, dans, masaj almak

ve daha içerden gelen, size ait şeyleri düşünün mesela, gülümsemeniz, hayal gücü, sezgiler, doğayla ve insanlarla olan bağlantı hali, rüyalar vs.

stresi yönetmemize, stresi reddetmeden sinir sistemimizi güçlendirmeye yarayan birtakım araçlar sıraladım. bu liste uzar gider, belki sizin için de henüz listenizde olmayan ancak buradan size ilham olacak yeni kaynaklar eklenir.

Unutmadan, içimizdeki çocuk her neyi seviyorsa, renkler ve keyifli anlar. onu mutlu etmek için, onun incinmiş halleriyle çalışabilirz :))