20 Ocak 2024 Cumartesi

Değer ve değersizlik üzerine.

 Değer ve değersizlik üzerine.

Bu hafta 31. yaşımı kutladık. Doğum günleri üzerinden kendi değerimi hissetmeye çalışmadığım ilk doğum günüm oldu diyebilirim. Varoluşumun gereksiz olduğu, olmasam daha iyi olur diye düşüne düşüne geçen onlarca yıl oldu.

Kendi yaşam öykümü anlatırken 10lu yaşlarda duyduğum bir konuşma çok belirleyici olmuş idi. Serada çalışan anneme yardim ederken, o bana hamile olduğunu öğrendiğinde beklenmedik bu hamilelik için, aldirmayalim dedik. Belki oğlan olur' cümlelerini kuruyordu bir yabancıyla, benim duyduğumu bile bilmeden. O zaman çok belirgin bir mesaj işlemişti içime. Ben zaten istenmeyen bir çocuğum. Bu mesajı pekiştiren seni zaten çingenelerden aldık ya da çingenelere vereceğiz diye dalga geçen ablalarımın eklediği, güçlendirdiği mesajları saymıyorum bile. Doğal olarak geniş bir aileye yakın oturan 5kisilik çekirdek ailemizden çatışmalar, özellikle de hiç yönetilemeyen kardeş çatışmaları da bu inancımı hep pekiştirdi. Onlar çatışmalar yaşadıkça ben olmasaydım böyle olmazdı, ancak ben gidersem bunlar düzelir diye bir inanç da belirdi. Yıllarca siktirolup gitmem lazım bu evden, çok uzaklara gitmem lazım diye diye yaşadım günlerimi. Hep çok uzaklara gitmem lazımmış gibi hissettim. Gidersem sanki her şey düzelecek gibiydi. Gitmek için, kaçmak için hep yollar aradım. Yurtdışına gitmek için lisans hayatım boyunca çabaladım durdum. Gittim de , 4ay Amerika, 6 ay Almanya, 2ay Budapeşte, ara ara 1 haftalık 10gunluk çeşitli projeler. her ne fırsat bulsam yollara düştüm, yollarda olmadığında da gitmek vardı hep dilimde.

Ne problemler çözüldü, ne ben gidersem her şey düzelir fikri geçti içimden. Hatta varlığımın yarattığı çatışmaların aile içinde iletişim için işlevli bir parçası olduğunu anladım. Varlık ve varoluş kavramlarının beni getirdiği noktada, doğumun gerçekleşmiş olmasının kendi başına değerli olmak için yeterli olduğunu anlıyorum. anladığımı kelimelerle anlatmanın bu kadar zor olduğunu hatırlamıyorum.

söz ötesi bir yerde, sadece gerçeklik var. BEN VARIM. Var olmaya hakkım var.

15 Ekim 2023 Pazar

bir tohum hikayesi

tohumun tüm bir ağacın, hatta yaşamın bilgeliğini taşıdığını bilmek beni her zaman çok büyüler. koca bir çınara döneşebilen o tohum, çınar gibi görünmez elbet, çınarın tüm bilgeliğini ve çınara dönüşme potansiyelini taşır içinde. 
ağaçlar hem yeryüzü ile hem de gökyüzü ile bağlantıda olmayı hatırlatır bize. 
doğanın döngüselliği ile hem yaşamı hem de ölümü...
sembolik olarak kökler, insan olarak yaşamla kurduğumuz ilk yılları ve kökleri, gövde şimdiyi, dallar, yapraklar ve meyveler de gelişim öykümüze ve geleceğimize dair pek çok şeyle ilişkilendirilebilir. geçmiş, şimdi ve geleceği temsil eder bir ağaç. 
ağacın mitolojideki yerine okudukça, asırlardır gelen gelenekleri okumak beni ayrıca heyecanlandırdı.

hayal kurmak da bir tohum atmak gibi toprağa. doğru iklimi bulduğunda, sabırla çatlayacak, filizlenecek ve yeşerecek hayalimiz de. zamanı geldiğinde de döngüsünü tamamlayacak. ne çok şey var ağaçlardan öğrenecek. en çok da hatırlamaya çalıştığım şunlar:  bir ağacın temsil ettiği nitelikler sabır, çabasızlık, telaşsızlık. bir tohum taşıdığı potansiyeli filizlendiriyor, ben neden başka yerde büyümedim demiyor ya da az su gerektiren bir yerdeyse beni daha çok sulayın demiyor:) ihtiyacı olanı biliyor.  olanı olduğu gibi kabul etmek de bu sevdaya dahil. 



 

9 Ekim 2023 Pazartesi

kim olduğumu bilmek


bu tablosu daha önce yapıştırmış ya da düşünmüş olabilirim. sadece bugün diyemiyorum, bu aralar diyorum, depresif hissediyorum. işe yaramaz. ağlamaktan hiçbir şey yapamadığım günlere geliyorum. sonra çıkıp hayatın akışına kaldığı yerden devam ediyorum. gitmem gereken yerlere gidip, göstermem gereken eforu gösterebiliyorum. yorganın altında 14 saat geçirip bulaşıkları yıkayabiliyorum hala. iç dünyamda olanlara bakmaya zorlandığım zamanlar, dış dünyadaki felaketleri daha çok görüyorum.
savaşlar çıkıyor, küresel krizler. tehdit altında olma fikri giderek yaklaşıyor. tehdit yaklaşmadan önce fikirleri bile yetiyor. dünyanın acısını görmek, daha kötüsü olacağından korkmak, bütün bu olanlara öfkelenmek, değişsin istemek...
bir yandan da dünyanın hep böyle bir yer olduğunun bilinci ve kabulü. her şeyiyle hayat diyebilmek. zaten yeterince zorlanıp baş etmek yolları öğrenirken, insanların da baş etmeleri için gereken yöntemlerini beraber keşfedebilmek. 
bugün dünyadaysam, bu hayatta, bu bedende, bu kimlikle var olduysam, elimde araçlar ve motivasyon var iken, daha çok hareket edeceğim, daha çok insana ulaşıp, acıyı da kederi de neşeyi de paylaşacağım. uyandım. 


15 Eylül 2023 Cuma

çocukluğun kırılganlığı -tenderness of childhood-

Bir çocuk nelere ihtiyaç duyar?
Bu kavramın -tenderness of childhood-  uzuncadır aklımda. Gezinip duruyorum bu sularda. Yetişkin terapilerinde içimizdeki çocuğu sık sık referans vererek, yolculuk yaparak, o çocuğu ve onun görülmemiş, karşılanmamış ihtiyaçlarını karşılayarak gidiyoruz. 
Kendi erken çocukluk dönemimden, çocukluk, gençlik hallerime de sıklıkla bakıyoruz. Dönüp dolaşıp aynı şeyleri yazıyor söylüyorum aslında. İçimde tamamlanmış hissedene kadar yazacağım bazı şeyleri.
Ben kimim? Neredeyim? Buraya nası geldim?
3 yıllık bir terapi sürecinin içinde çocukların bulunduğu alana bu kadar uzak kalmışken, yeniden döndüğüm bu çocukluk alanına, hem de işimin sadece gözlem ve değerlendirme olduğu bir yere ne getirdi beni?
Saatlerce izliyorum çocukları. 3 yaşları, 4 yaşları... Oyunlarını, baş edişlerini, zorlanmalarını, neşeyle yaşadıkları anları, koşturmaları, denemeleri, düşmeleri, kazaları. 
çocuk-ergen terapisti bir hocamın söylediklerini hatırlıyorum. Bu zamanlarda çözülemeyen problemler için çeşitli kavşaklar var derdi. Ergenlik ilk kavşaklardan biri. Çözülemezse artık yetişkinlikte kendi gelir terapiye:)
Kadersel döngülere inanıp inanmamak arasında gidip geliyorum. Elimize olan şeylere güçlüce, sıkı sıkıya tutunuyorum.

Ben o çocuklar ve yetişkinlerin arasında olanı biteni arıyorum. Bu kırılgan dönemi her gün şahit olarak izliyorum. 

14 Eylül 2023 Perşembe

yeni bir gün

 yeni bir gün olsa da eski  fikirler, gelecek planları peşimizi hiç bırakmaz. peşimizi bırakmayanlara sıkı sıkı tutunduğumuz bir gün olsa da, yeni bir gün bu gün. 

ve sanki yeni yıl eylül'de başlar hep. 

ilham dolu bir parkta yürüyüşe çıkmadan önce, eylül serinliğinde pijamalar eşliğinde içiyorum sabah kahvemi. 

istanbul'a doğru çıkacağım bir yolculuk var cumartesi sabah treni ile. büyükşehirde olmanın insan bilincine kattığı şeylerden biri de kalabalıklar içinde senin de kimseden bir farkının olmadığı. bunu sık sık düşünüyorum kocaman alışveriş merkezlerinin içinde, metroda, yaya trafiğine takıldığım parkta. 

sık sık düşünüp hareket ediyorum, yoksa bedenim hemen atalet içinde saatlerce ekran karşısında kilitlenip kalabiliyor. filmler, diziler, 30 saniyelik videolar derken içimde bir huzursuzluk olsa da harekete geçemeyebiliyorum. bu bir bağımlılık, bu bir alışkanlık oluyor elbet zaman içinde. zihnimin çok berrak çalıştığını hissettiğim, kafamda birçok yeni fikrin oluştuğu, eskileri anlamaya dair daha motive olduğum, üstelik bağlantılar kurabildiğim bir dönemdeyim.

bunlar geçen sene bu zamanlar son derece yabancılaşmış hisseden bir benden, bağlantıda olma haline nasıl dönüştü 1 yılda?

bolca durma hali, bolca çaba ve bolca çabasızlıkla, hareket ve insanlarla oldu elbette. bir de korkularıma rağmen atabildiğim adımlarla...

bazen hayatta olup bitenleri grafiklerle anlatıveririm, inişli, çıkışlı, aşırı zigzaglı hallerle. 

geçen yıl eylülde 3 haftalık hindistan seyahatinden dönünce başladı her şey.

Eylül-ekim gibi Ankara'ya yerleşince, belirsizlikler, kararsızlıklarla dolu bir yerden çok az mesaili bir düzende, çamaşır bulaşık yemeklerle regüle olmaya çalıştığım bir halde iken her ay İzmir'e Ankara'dan gitmeye başladım. Ekim sonu kadın çemberleri kolaylaştırıcılığı eğitimi için istanbul'a gittim. bu 4 günlük eğitim hayatımda çok şeye dokunuyor 1 yıl sonrasında dönüp baktığımda.

aylar ayları kovaladı, online bir video eğitimi için çokça hazırlık yapmayı denesem de bir türlü işin içinden çıkamadım.

yine o sıralarda bir meslektaşımla beraber bir kamp yapsak nasıl olur acaba derken derken aylarca bunun için hazırlık yapıp kafa yorduk, birçok endişe ve güvensizlikle. heyecan ve umut da vardı, denemeye karar verdik.

kasım-aralık-ocak boyunca kendimi hep denizin ortasında, karaya çok uzak bir yerde boşlukta salınıyor hissettim.

ocak ayında diksiyon eğitimi aldım 5 hafta. bir yandan da öylesine yaşayıp gidiyorum sanki...

şubat ayında maraş-hatay bölgesinde büyük bir deprem oldu. resmi olarak 50binden fazla insan öldü, milyonlarca insan yer değiştirdi. bu deprem hepimizi etkiledi. depremin ilk haftalar şokunu atlattıktan sonra Ankara'da TODAP ile çalışmalara dahil olmaya karar verdim, adımlar attım. toplantılara gitmeye başladım. Depremzede bir aile Ankara'ya geldiğinde onlara psikolojik ilk yardım için ofisini kullanabileceğimi söyleyen sevgili meslektaşımın ofisinde yüz yüze danışanlar görmeye başladım, mart ayında. Ankara'ya köklenmeme inanılmaz yardımcı oldu.

Nisan'da ilk Hatay ziyaretini yaptım 4 gün. Hayatımda önemli yeri olan adımlardan birisi bu da. Dernek faaliyetlerinde yer almak, bu yaşımda ve donanımımda mümkün oldu ancak. Hatay dönüşü tekrar gitmek için içsel hazırlıklarımı yapmaya da başlamıştım bir yandan.

Nisan sonu mayıs başı Safranbolu'da psikosomatik yoga kampını düzenledik. Coğrafyamızın güzelliği, duygu karmaşaları yoğun kampımızı bile şenlendirdi :)

Mayıs ayında EMDR eğitimi aldım. içimdeki çocuğun coşkusunu, kaygısızlığını hatırladığım bir eğitim beni Bergama'ya hazırlamaya çok yardımcı oldu. 

Aynı ay içinde Bergama'da grup psikoterapileri kongresinde Yunan bir hocanın çevirmenliğini yaptım 4 gün boyunca. yardımcı psikodramatist diplomasını aldığımız 3. yılın şerefine, bir hocaya, önemli bir kongrede, sosyodrama alanında eşlik edebilmek çok büyük bir onurdu. hem bunu başarabilmiş olmak, hem de enerjimin bu kadar güzel ve yüksek olduğu, ne yapmak istediğimle ilgili beni kendime yakınlaştıran bir deneyim oldu. sahnede olmak, büyük gruplarla çalışmak hep hayalini kurduğum şey artık.

Haziran ayında yeniden Hatay'a gittim. bu seferki gidiş aylar sonra pek çok şeyin değişmediğini görerek geçince, duygusal olarak da çok yıpratıcı bir deneyim oldu. yine de elimden gelen şeyleri yapmaya devam edeceğim diyerek döndüm.  haziran sonu bayram süresince pastoral vadide Fethiye'de çadır kampı yaptık.

Ve temmuz, son zamanlarda verdiğim en iyi kararlardan biri olarak gördüğüm mutlu kaktüs'te işe başladım. kadın çemberlerinde tanıştığım, Ankara'daki tek insanla bir anlaşma yaptık. haftanın 2 günü gidiyorum okula. okul öncesi bir kuruma yeniden döneceğimi düşünmezdim ancak 2.5 aylık süreç bile o kadar yenileyici ve iyileştirici oldu ki benim için. nasıl anlatsam... sevgi dilinin konuşulduğu, herkesin değerli olduğu, potansiyelini gerçekleştirmek için hayal edilmiş ve gerçeğe dönüşmüş bir portal diyorum oraya. daha çok anlatırım.

ağustos ayında yine kadın çemberlerinde tanıştığım yoldaşımla bir inziva yaptık. yaratıcı beden kampının ve markasının doğuşu oldu belki. Olympos'ta yeni bir maceraya atıldık. bir tohum attık. bir ağaç gibi köklendik, uzadık, beslendik, büyüyoruz. akıl-fikir ofisimizde yepyeni deneyimlere atılıyoruz. heyecan verici işler ve planlar yapıyoruz.

eylül ayı sanki yeni yılın ilk ayı gibi. bugün de yeni ay. yarından sonra İstanbul'a doğru trenle bir yolculuğa çıkıyorum. yeni atölyelerin, yeni üretimlerin, şifa ile ulaşacağımız, dokunacağımız yüzlerce insan ve bölge olduğuna inanıyorum.

24 Temmuz 2023 Pazartesi

kendi kendime

 

kaynak:wikipedia
Bu Stephan Porges'in Polivagal teori kuramı. 
bu şekilde bir hayat özeti çok net anlaşılabilir. yaşamın kendisi, tüm duygularla. kaç-savaş-don ve dinlen-sindir-yenilen çerçevesinde geçiyor. sinir sistemimizi anlayabilirsek, yaşamımıza daha kolay hakim olabiliriz diye anlıyorum.

bir şeyler olup bitiyor. 

hayat hep anlardan ve sonlardan ibaret gibi hissediyorum son zamanlarda. başlangıçlar ve bitişler oluyor, yas süreçleri eşlik ediyor ya da edemiyor.

ve hiç bitmeyen bir çatışma var, hem içeride hem dışarıda. hem içimde hem dışımda. 

içerisi sürekli ne olup bittiğini algılamaya çalışan, kavgalı bir zihin. tanımlayamadığı onlarca belki yüzlerce hisle zaman zaman huzursuz olan, zaman zaman merkezine yaklaşan ve yine uzaklaşan. 

dışarısı ise makro evren.

Bu da Bronfenbrenner'ın ekolojik sistemler kuramı.
yaklaşık 3 senedir dahil olduğum bir grubun 'sen değiş, dünyan değişsin' sloganı tam da bu mikro-makro evren pratiğini temsil ediyor benim için. içimde olanlardan bağımsız, makro dünya, ülke, toplum, büyük şehirin büyük büyük kaosların içinden geçtiğini görüyorum yine. ekonomik kriz giderek büyüyor, mevsim değişiklikleri ile çok şey değişiyor, depremin ardından hiç bitmeyen problemlere yenileri eklendi. yani zaten her zaman var olan problemler, bunlarla daha da görünür oldu. yani zaten daha da artırırsak aslında bu dünyada var olan atalarımızın tüm tarihsel süreçleri boyunca atlattığı felaketlerden döngüsel olarak farkı olmayan bir dönem de yaşıyoruz. atalarımız bütün bu felaketleri, zorlukları yaşarken, medeniyetler kurup yok olurken, bize aktarılan birçok baş etme becerisi de aktarılmış bu senaryoda. 
peki şimdi ne değişti? sanıyorum bunun cevabı hız.
2023 yılındayız, teknolojinin, iletişimin çağın çok ötesinde olduğu bir yerde, yani makro evrende büyük büyük değişimler olurken, buna uyumlanmaya çalışan sinir sistemlerimiz, her ne kadar zaten binlerce yıllık travmatik serüvenlerden hayatta kalmış olsa da, çağın hızına adapte olamıyor. 
mikro evrenlerimizin daha iç halkasında bir de bilincimizin yer altını temsilen katmanlarını dahil etmek istiyorum bu yazıya. 
onu da bu renklere bağlayalım. çünkü bilincimizin spiral şeklindeki katmanlarına indikçe, mikrodan makroya başka evrenlerle karşılaşıyor. kendimizi yeniden anlamaya çalışıyoruz. 

içsel evrenin derinliklerine inip kendimizle yüzleştikçe, dış dünyadaki aynalarımızla karşılaşmak da bir o kadar mümkün oluyor. 





19 Temmuz 2023 Çarşamba

yazmak üzerine

 öyle ne olacağını bilmeden yazıp durmak geliyor içimden. sonra tıkanıyorum. takılıp kaldığım yerlerde karalamalı, çizmeli şeyler başlıyor. anlamlandıramadığım bir şeyler diye bir blog yazıyorum 10 seneyi aşkındır:))

yazmak üzerine diye bir başlık koymuştum bu yazıya. bu yazıyı yazdıktan bir süre sonra, sürekli konuşmanın iyi gelmediği şeyler olduğunu, konuşmayla ifadenin yetmediği yerler olduğunu gördüm.

söz ötesi yerler var, onları ifade etmenin bazı yolları da çizmek, resim yapmak, çeşitli boyaları ve formları kullanarak sanat yapmak, bedeni dans, yoga ve bilumum formlarda kullanmak olabilir.

ifade bulamayan ama var olan duygular ve düşünceler zaman içinde bize sıkışmışlık hissi verebilir, hastalıklara ve ağrılara yol açabilir. susmamıza ya da daha çok konuşmamıza sebep olabilir. sadece konuşmak yerine alternatiflerine alan açabilmek çok şükür ki mümkün.

kendi yaşamda dengemizi, merkezimizi bulmamıza yardım edecek yollar, yöntemler var. size ne iyi gelir?