3 Aralık 2013 Salı

bir çift küpe

aslında gelecek zaman içinde kimsenin yeri yok.
şimdi güzel insanlar var hayatta, hayatınızdalar. tam içine giremediklerinden hayatınızın, asla kimsenin yeri yok orda. gelecektekiler de geçmişte yer bulamadığından hep uzak kalacaklar size.

sevinçleri yaşarken gözü hiçbir şey görmüyor insanın, sonra hisler geçince ve işin içine kadınlık girince, kurmacalar dünyasında boğuyorsunuz kendinizi kendi kurduklarınızla, kurup bozup yazıyorsunuz. yazıya dökmeden binlerce senaryo şekilleniyor kafanızda.

kafanız dalıp gidiyor, her şeyi unutuyorsunuz. unutmuşsunuz en güzel küpelerinizi o komidinin üstünde. aslında birileri için varlığınız bir çift küpeden ibaret belki. her gördüğünde sizi düşüneceği. düşününce, öyle olmamasını diliyorsunuz. küpeler olmasa da sizi düşünsün, hep siz olun aklında. öyle dillere destan olmaya gerek yok aslında, karşılıklı bir doyum sağlatan aşk, zaten sizin destanınızdır dile düşmesini düşünmezseniz de. kendinize yeterken başka kimseciklere gerek kalmaz.

kum tanesi misali birini yanında tutmak, çok sıkarsan da avuçlarını gevşek bırakırsan da olmuyor. sonuçta ayarını bulamadıkça hiçbir şey olmuyor.

kum tanelerini asla sayamıyorsun, o kadar çok ki.
çoklukların içinde kayboluyoruz hep.. ben kaybolmaktan korkarım, aslında kaybolduğumda dönecek yerimi bilmediğimden korkarmışım. nereye dönsem bir farkı yok. sağım da solum da hep unutulan küpelerim

24 Mart 2013 Pazar

the notebook

the notebook filmini bilenler bilir. buruk bir gülümseme bırakan, yine de çok mutlu eden bir aşk hikayesi yatar filmde. birlikte yaşlanan insanlara hep özenmişimdir böyle filmlerde, sadece filmlerde mi birlikte yaşlanır insanlar? hayır elbet, hala modası geçmemiş bir akım var: üniversite aşkları. birlikte okuyup(muhtemelen aynı okul/bölümde) uzun flört dönemlerinin ardından birlikteliği sürdürmek, evlenmek ya da beraber yaşlanmak ..

tam da bu akıma uymuş ve çok mutlu giden bir ilişkisi olan bir arkadaşım anlatıyor ilişkilerinin başlangıç hikayesini. romantik bir ortam sonrası, duygularını anlatacağı ortamı 'the notebook'u beraber izleyerek hazırlamış en başta. mesaj çok açık 'seninle yaşlanmak istiyorum'. bi de gizli mesaj var, sana bi şey olursa ben bakarım :D.

mesajı ben fark ettim gayri ihtiyarı. gülüyor arkadaşım, isterim herhalde, diyor.
burada çok farklı bir mesaj da ben aldım aslında. çoğu ilişkide, istemeliyim düşüncesinden doğan yanlışlar var. sen belki o kadar uzun olsun istemiyorsun, ama bunu kendine itiraf edemediğinden etrafı hazır olan düşünceleri içselleştirmeye çalışıyorsun. zamanla gerçekten istemek ile istediğini düşünerek başladığın ilişkilerdeki derin temel farklar yaşlanma meselesini renklendiriyor bana göre.

6 Mart 2013 Çarşamba

Yürüdüm de yürüdüm.
dışarısı çok soğuk
lambalar kırık, ağaçlar çıplak.
soğuk ellerini ele geçirmiş.
aynı soğuk zihnini özgür bırakmış.
ağaçlar pastoral tablolardan fırlayıp kendi hayatlarını çiziyorlar,
ressamdan kaçarcasına.

2 Mart 2013 Cumartesi

tardis

bi tardis'im eksik yazıyor twitterdaki biyografim kısmında.

Tardis, Dr. Who dizisindeki Zaman Lordunun uzay gemisi. Londra'nın simgelerinden telefon kulübesi şeklinde ve içi dışından büyük. Hayal etmesi biraz güç ve kocaman bir hayat var içeride.:)

Tardis bir nevi Doktor'un evi. Zamanda ve uzayda yolculuk yaptığı ev.

Benim Tardis'im eksik, dışındaki şeyler tam.

Şu aralar, şu günlerde hayatıma bir düzen verdiğim zamanlarda illa bir şeylerin yolunda gitmemesi gerektiğini sağlayan insanların varlığı, eksik olan Tardis'im yerine yaşadığım yerin tüm huzurunu kaçırıyor. Tardisim olaydı

28 Şubat 2013 Perşembe

ne desem

Dilin her duruma, her ana her hisse bir ad koyduğunu düşünürdüm. Öyle mükemmel olduğuna inanırdım ki duygulara konulan adlar bazen sırf o adı bildiğim için öyle hissetmeme sebep olurdu.

Şimdi, adını bilemediğim, bir türlü ad koyamadığım durumlardayım. Sabır mı desem, sınav mı desem, pişkinlik mi taşkınlık mı yüzsüzlük mü?

Bazı ilişkilerde anlamazsın zamanın nasıl geçtiğini. Böyle onca şey yaşanır ve zaman akıp gider hissettirmeden, fark etmeden sen. Yıllara neler sığdırmışlar derler. Onca yılda tabi olur böyle şeyler. Bırak da olsun.

Bazı ilişkilerde geçen haftalarla ölçülen küçük zamanlar, öyle yavaş geçer ki yıllar var sanırsınız. Sanki ömrünüzün büyük bir kısmını harcamışsınızdır o ilişkiye ve anlatacak çok şeyiniz vardır. yoğun hisler bırakan, huzursuzluk yaratan yavaşça onca geçen an... Bıraktığı his sizin ilk aşkınızdır belki, kucak dolusu nefretiniz.

Son günlerde yaşanan, saldırgan, vurdulu kırdılı günler, 'istemiyorum' düşüncesinin netliği adeta bir kuduz gibi sardı ahaliyi. bazı zorunlu hallerde edilmesi gereken fedakarlıklardan hepimiz uzağız. Üstümüzdeki yükleri; üstlenip, taşıyıp bir de dayanmak zorunda kalmak gerçekten zor bir iş(miş). Tahammül edemedikçe dibe batıyoruz. dibin sınırı yok. Üstlenip bırakmak dayanabilmeyi mümkün kılıyor. Başta yapılan yanlış üstleniş zorunda gibi hissetmekti.

13 Şubat 2013 Çarşamba

'zaten 10 yıl ömrüm kaldı, zaten yalnız öleceğim.'

ıslak şeyleri sevmem. sevgi neydi? sevgi emekti. emekliler günü olsun yarın o zaman. sevme'den emekli ettik kendimizi yanlış insanlara verdiğimiz karşılıksız sevgi ve emekler bizi başkalarını sevmekten uzaklaştırdı. zaten 10 yıl ömrüm kaldı, zaten yalnız öleceğim.

8 Şubat 2013 Cuma

neden niçin niye? işte.

bilmiyor niye geldiğini ve insanlara niye geldiğine dair söylediği yalanlara inanmak istiyor. yalanlar hep inandırmak için söyleniyor hem kendine hem herkese. herkes inanmıyor, hangisi daha doğruysa kendilerine o zaten inandığımız oluyor. inanmıyorum belki kendime, dünyaya geliş amacımın bazılarının doğru saydıkları şeyleri yaşamak olduğuna inanmıyorum mesela. kendimi ispatlamak için geldim. benim hücrelerimin mantığı, her türlü karmaşada alınabilecek maksimum hazza yönlendiriyor beni. yağan yağmurdan haz duyabilemek.. gök gürültüsünün tüm ürpertisi yıldırımın tüm ihtişamını hissedemiyorsam neden inanayım?

2 Şubat 2013 Cumartesi

empati

merhaba benim adım empati. kelime anlamım (veya eşduyum) bir başkasının duyguları, içinde bulunduğu durum ya da davranışlarındaki motivasyonu anlamak ve içselleştirmektir. herkesin benden istediği şey bu yeteneğin tartıştığım tüm insanlarda olmasıdır, ben biriyle tartışıyorsam mutlaka haklıyımdır ver empati yapmışımdır da o yapmıyordur empatiyi ondan anlaşamıyoruzdur. evet evet küçük dağları ben yarattım hatta dünya benim etrafımda dönüyor bir tek.. mesleğin gereği hep beni kullanmak zorundasın. herkesin içinden geçenleri okumak zorundasın!!!!

insanoğlu ne yapacağını şaşırmış

amacımız sosyolojik bir araştırma yapmak, gerekli olan köyde yaşayan köylü yaşlı bir anneanne ve 20sine basmamış üniversiteli bir torun, 2 saat, Mtv kanalı. teyzeden 2 saat boyunca hiçbir şey yapmadan 2 saat mtv kanalını izlemesi istenir, niyesini sormadan. düşünsenize 2 saatteki klipleri, programları, teknolojiyi, gürültüyü, yeni çağın getirdiği bütün çıplaklığı... bir kere 'işte bunlar hep seks' dedirten görseller, reklamların hepsinin o köylü teyzenin zihninde uyandıracaklarının zihnini bulandırışı, onun yaşayış tarzıyla gram alakası olmayan tamamen suni şeylerden yapılma bir hayat tarzı, değişik olma çabaları, o hayat anlayışına sahip insanlara artık normal gelen ama olmayan onca şeyi düşünün. teyzeye 2 saat sonunda sorulan evet anneanne yorumun nedir sorusuna cevabının, İNSANOĞLU NE YAPACAĞINI ŞAŞIRMIŞ diyip susup gitmesine ne demeli!!!!!!!!!!bir11111!!

kim?? doctor who?

öylebir dizi hayal edin ki, içinde milyonlarca yıl bütün evren ve gezegenler tarihin ve sanatın tüm evresi dinozorlardan tutun, uzay gemilerine tüm hayal gücünüzü çılgına çevirecek sahnelerden oluşsun. evet evet doctor who dan bahsediyorum. ayrıca nası başardım bilmesem de nerdeyse bir sezonun tüm bölümlerinin tamamını izlememek şartıyla hepsinden parçalar izlemişim. neyse ki puzzlein parçalarını tamamlıyorum ve ufkumu gökyüzüne çeviyorum, yıldızlara bak.hop.gittim bile

sakin

adamın bir hayat standardı vardı, alışkanlıkları. hep yaptıkları ve yapmaya devam edeceği şeyler vardı. sabahları uyandığında kahve içmeyi, gazetesiyle günlük ibadetini tamamlamayı, müzikle beraber yürümeyi, müzik bittiğinde insanlarla iletişim kurmayı severdi. ardından gideceği yerlerde tüm işlerini halletmeyi ve 16.45te film izlemeyi alışkanlık haline getirmişti. her hafta cuma günleri film gösterimleri yapıyor, ardından izleyenlerle keyif alacağı sohbetlere girişiyordu film üzerini. çok iyi bir insan değildi, suistimal edilen tüm iyi niyetleri onu daha kötü bir insan gibi gösterip insanlığa çöpe attığına dair söylentiler duyar olmuştu. insanlıktan anladığınız tek şey dünyaya gürlemekse, kedigiller familyası bol bol gürlüyor, kükrüyor çiğ ete susamış vaziyette. ah ah şu nefret duygusundan arınabilse insanlık dediğiniz 2kulaklı tek ağızlı meret, tek kulağını kullanıp ağzını 2 açmasa.. inanın ben bu kadar sakin görünmezdim

şiir yazdım

haylaz bi o kadar hayalperest bulutlarda gezer martıları çok sever gökyüzü mavisidir ona en yakışanı renklerin

tarihlerden..

6ekim sabahı.. hava değişikliği için antalya'ya gidecek oluyorum. hava değişikliğine ihtiyacım var çünkü boğuluyorum burada. bu şehirden değil aslında, şehirdeki şeylerin yerlerinden. yanlış yerlerdeyiz belki de.. belki yanlış kişi yanlış yerde olmasa kimse boğulmayacak cankurtaranların olduğu yerlerde. değişiklikler iyi gelir de ağlamam diye, güçlenirim diye. insan kendini güçsüz der mi, hisseder de der mi bunu yine de, dedirtiyorlar işte.. kaçacak delik bulamayınca insan gücünün arkasına sığınıyor. herneyse, bilet sabah 8de. geceden alınmış nasılsa uyanırım diye.. dualar ediliyor uyumadan nolur ağlamayayım diye. sabah olmuş 08:10 bir hışımla uyanış.. kafama ne kadar vursam az, otobüs kaçmış. çişimi yapsam mı yapmasam mı çıkmadan diye büyük bir telaş.. yapmasam daha kötü olacak biliyorum. en gergin sabah çişi, normalde günün en rahatlatıcısı aslında, sanki normal bir durum var ortada. geceden hazırladığım çantamı kapıp bir başka hışımla evden çıkıyorum koşuyorum en yakındaki bilet satıcısına, anlatıcam durumu böyle böyle naparım diye.. o esnada bilet alan insan bir türlü konuşmamıza zaman bırakmıyor, o arada otogara giden servis geliyor ve bir hışım daha.. oradaki meşgulle konuşmamaya karar veriyorum. istikamet otogar. durumu anlattığım kadın yapacak bir şey yok diyor, yeni bilet alacaksın. surat zaten yerlerde.. ne desem de fayda etmeyecek değil mi? asıl yetkili ablayı çağırıyor, böyle böyle otobüsü kaçırdım ben diyorum, başka param da yok, zaten ilk defa başıma geliyor böyle bir şey (hafif gözyaşı -bu önemli bir nokta-) zaten cenazeye gidiyordum, her şey üst üste geldi. tamam diyor, ben halledicem, gidiceksin bir sonraki araçla. sevinmeler teşekkürler minnetler iyi niyetler falan hepsi. sonrasında asıl cenazenin kendi cenazem olduğunu fark ettiriyor kafada yanan ampüller.. niye götüresin ki o ruhu başka hava sahalarına değişsin diye.. zaten değişen şeyler bu hale getirmiş beni. insanlar sevme sebeplerini unutmuş, merhamet bekliyorum ben de. yol 8buçuk saat sürdü sonra bir yağmurla karşıladı antalya beni. gidişime ağlardı bu şehir eskiden, biliyorum sorun şehirlerde değil.

lağvetmek

bir kuruluşu kaldırmak, işleyişine son vermek demekmiş. nerden de çıktıysa karşıma.. ne önemi var değil mi mümtaz? mümtaz hayat son verilesi dönemlerden geçiriyor bizi.. yoran boğan durumlardan.
'seninle yeniden tanıştığımıza çok memnun oldum' bu aralar duyduğum en içten sözler. içtenliği sözlerine, sözleri güzelliğine yansımış bir insanla vakit geçirmek kadar kıymetli bir şey daha var mıdır oralarda bilemiyorum. 'bunca zamandır nerelerdeydik acaba?' buralardayız işte, daha yakınlarda. en yakında olamasalar da, artık varlıklarından haberdar, daha güzel çarpan yüreklerle birlikte... bir insanın gerçekten pozitif olabileceğini, yaşadıklarının onu nasıl daha da güçlü hale getirip, merhamet duygusu besleyebileceğinin somut bir örneği olan bu insanla vakit geçirmek benim için gerçekten büyük bir onurdu. böyle keyifli vakit geçirebildiğiniz insanların var oluşu, gerçekten umut vaat ediyor ve umut hayallerimizin gerçekleşmesini sağlayan güce sahip. güç biziz! güç insanların içindeki iyi düşünceler. iyi ki varmışsın ki senle tanışmışız:)

1 Şubat 2013 Cuma

İngilizcenin çok gerektiği şu günlerde, hiçbir şeye yetmeyen ingilizcemin temellerinin atıldığı günlerden bir defter buldum. lise 1. bakın neler yazmışım! six weeks ago we went to Vienna with school. we went to national museum of Vienna. it was intresting. we learned a lot of things about historical vienna. there were lots of clothes, paintings, statues from middle age because before there wasn't any history in vienna. we saw paintings about the war between Ottomans. we saw old maps and armours. we saw red ottoman spears there. spear: mızrak. armour şöyle bi'şey. bunu görüp o anda neler hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Allah'ım bunu yazan ben miymişim demek? gözlem gücüm iyiymiş demek. hafızam da tabiii

26 Ocak 2013 Cumartesi

uğur'lar

24 ocak 1993'te araştırmacı, gazeteci, yazar Uğur Mumcu, arabasına konulan bombanın patlaması sonucu öldürüldü. suikastin failleri yakalanamadı. Birkaç gün önce arabasının kalan parçalarını aileye vereceklerini açıkladılar, kapanmayan yaraları deşe deşe. İzmir'de Mumcu'yu andık yağmurlu bir gecede. o kabus dolu günün ardından geçen 20. yılı mumcu'nun sevenleri, gazeteciler, müzisyenler hep birlikte onu hatırladık. Ümit Zileli, Uğur Dündar, Soner Yalçın ve birçok dostu geldi Mumcu'nun. ümit zileli, güneşli güneşli günlerde sevda türküleri söyleyeceğiz diyor. ümidimizi kaybetmemizden korkuyor. Uğur Dündar en çok başbakan medyadan veryansın ediyor. 1987 yılında Sedat Simavi ödülünü almış Mumcu'yla birlikte. Mumcu "Ben Atatürkçüyüm, Ben cumhuriyetçiyim, Ben laikim, Ben anti emperyalistim, Ben tam bağımsız Türkiye’den yanayım. Ben özgürlükçüyüm, Ben insan hakları savunucusuyum, Ben, yobazların, vurguncuların, Çıkarcıların düşmanıyım.." diyordu. düşmanlar onu rahat bırakmadı. Dündar veryansın ettiklerinden bir fıkrayla devam ediyor: 'napolyon dünyaya yeniden gelir vee beyaz saray'da obama'yla görüşür. viski kadehlerini tokuştururken şöyle der obama'ya sizin sahip olduğunuz silahlara sahip olsaydım waterloo savaşını asla kaybetmezdim. napolyon bu sefer putin'i ziyaret eder. vodka kadehlerini tokuştururken sizin sahip olduğunuz KGB gibi bir örgüte sahip olsaydım o savaşı asla kaybetmezdim der. napolyon son olarak Tayyip'i ziyaret eder köşkünde. su bardakları tokuşturulurken obama sizin sahip olduğunuz gibi bir medyaya sahip olsaydım waterloo savaşını kaybettiğimden kimsenin haberi olmazdı, der. böyle de içler acısı bir eleştiri.. soner yalçın sözü devraldığında yazı adamı olduğundan, Uğur Mumcu'nun kütüphanesinde nasıl piştiğinden bahseder. ölmeyi ondan öğrendik biz der. Yenemediler yenemicekler. yenilgiyi öğretemeyecekler diye bitirir acıların kardeş ettiği dostlarına. Mumcu der ki: Korkak bin kez, cesur bir kez ölür. Mumcu cesurdu. cesareti onu ölümsüz yaptı. ardında bıraktığı fikirlerine işlemeyen şarapneller, herkese kanıttı. Bir pazar sabahıydı Ankara kar altında Zemheri ayazıydı Yaz güneşi koynunda Ucuz can pazarıydı Kalemim düştü kana Zalimler pusudaydı Bedenim paramparça Çevirdim anahtarı Apansız bir ölüme Şarapnel parçaları Saplandı ciğerime Ucuz can pazarıydı Kan doldu gözlerime İsimsiz korkuları Katmadım yüreğime Bembeyaz doğruları Yaşadım ölümüne Uğur'lar olsun Uğur'lar olsun Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun Bir keskin kalem, bir kırık gözlük Yürekli yiğitlere hatıran olsun

6 Ocak 2013 Pazar

sizseniz siz olun

sen - siz kavramında yaşadığım çekişli çok büyüktür. hiyerarşinin olduğu her yerde aşağılık kompleksi olan insanların kendini yukarıda hissetmesini sağlar 'siz' şeklinde hitap edilmesi. yaş grubuma yakın birtakım insanlara ne demek istediğim konusunda karar kılamamakla beraber, ani streslere girip sen diye hitap ederek karşımdakinin kompleksli olup, bunu bir alt etme yöntemi olarak kullandığını gördüğüm çok olmuştur. malumdur türkçe'de siz ilk olarak saygı ifadesi ikinci olarak da 2. çoğul şahıs işlevindedir. bana kalırsa saygı ifadesi olan siz de çoğuldur görünüşündeki tüm tekilliğe rağmen. sen, keyfin ve kahyasına hitap etmek çoğulluk ister! bu yüzdendir ki çoğunlukla bu insanların keyiflerine göre hareket ettiğimizden kendilerini daha çok bok sanarlar. burada değinmek istediğim bir nokta, kültürün dili şekillendirdiği kadar dilin de kültürü şekillendirdiğidir. bizim dilimizde böyle bir kelime karmaşası yaşandığı için insanlar da karmaşa yaşarlar. kendimden kaç yaş büyük bir ingilizle konuşurken ona you desem hiçbir gocunma hissetmez. love kelimesi bizde hem sevgiyi hem aşkı karşıladığından biz de adlandırmakta zorlanıyoruz bir şeyleri... böyle kompleksli insanlarla tartıştığıma pek değmiyor gerçi ama bu karmaşayı adlandırabildiğimi düşünüp seviniyorum kendi adıma. siz siz olun yine de hitap şeklinizi düzgün seçin. her siz you olmayabiliyor.